Anasayfa / Yazarlar / Aysuda Kölemen / DÜŞÜK BEKLENTİLERİN YÜKSEK BEDELİ

DÜŞÜK BEKLENTİLERİN YÜKSEK BEDELİ

Çocukların rahat ve özgür yetiştirilmesi gerektiğini yazıyorum genellikle. Bugün de terazinin diğer kefesine bakalım. Çocuklardan bir şey beklemeden mi yetiştirmeliyiz? Kısa cevabı hayır. Zeka ve gelişim seviyelerinin elverdiği kadarını beklemeliyiz. Daha fazlasını değil, o doğru, ama daha azını da değil. Okul öncesi dönemde ağırlıklı olarak davranışsal beklentilerimiz olmalı. Ortalamada 4 yaşındaki bir çocuk özür dilemeyi, teşekkür etmeyi, eline sağlık demeyi, üstünü giyinmeyi, tuvalete yardımsız gitmeyi bilmeli mesela. 4 yaşında bezle dolaşmasını “baskı yapmıyoruz”, teşekkür etmemesini “özgür bırakıyoruz” diye açıklayamazsınız. Elbette çocuk her zaman istediğimiz gibi davranmaz, ama bazı şeyleri yapabiliyor ve genel olarak yapıyor olmalı. Bazı konularda toplumumuzun beklenti eşiği zararlı derecede düşük. 2 yaşında bir çocuk kendi kendine çoğu yemeği yiyebilir. 5 yaşında bir çocuk sivri bıçak kullanmasını gerektirmeyen her şeyi yiyebilir. Okula başlamış bir çocuğun kendi kendine giyinememesi bir sorundur. Çok küçük yaşta soyunmayı, sonra yavaş yavaş giyinmeyi öğrenmelidir. 2 yaşında çocuk öfkesine hakim olamaz genellikle, ama 4-5 yaşında öfkesini hala kontrol edemiyorsa, bunu çocukluğuna verip geçiştiremeyiz. Konunun üzerine eğilmeli ve sorun olarak görmeliyiz. Aşmaya çalışmalıyız.

Sadece davranışsal beklentilerimiz de olmamalı. Çocuklar erken yaşta dil, resim, müzik eğitimine başlarlarsa hızla ve farkına bile varmadan gelişirler. İleriki yıllarda başlayanlar bu açıdan dezavantajlıdır. Bu tip şeyler için büyük imkanlar gerekmez. Bir bağlama, biraz kağıt ve kalem, etrafta ikinci dil konuşan insanlarla görüştürme ya da ailedeki ikinci dille tanıştırma, çocuğun gelişimine büyük katkıda bulunacaktır. Üstüne gidip zorlama şeklinde değil, ama gündelik hayata yedirerek, bunların zevkli, eğlenceli olduğunu bilerek hareket edersek, çocuk için bir stres değil, mutluluk kaynağı olurlar. Ve tabii spor. Çocuğum spor yapmak istemiyor, sportif değil, imkanımız yok demeden, çocuğu harekete, spora ve özellikle sosyalleşme sorunu yaşayan çocukları takım sporlarına yönlendirmek gerekli. Her çocuk spor mu yapacak canım demeyin. Her çocuk spor yapmalı. Ama birisi koşar, diğeri futbol oynar, birisi yüzer, birisi voleybolcu olur. Bunu imkanlar dahilinde çocuk seçmelidir. Çocuk müzik öğrendi diye müzisyen, resim yapıyor diye sanatçı, spora gidiyor diye sporcu olmaz (olabilir de tabii, ama çoğu olmaz). Çocuk bu alanlarda yetenekli değilse de, bunları tam teşekküllü bir birey olmak için, hayattan zevk almak içini sağlığı için yapmalıdır. Çocuk yapmak istemezse de, baskı yapmadan teşvik etmek önemlidir. Hemen vazgeçmesine izin verilmemelidir.

Aynı şey dersler için de geçerlidir. Çocuğunuza yapacağınız en büyük kötülüklerden biri de “matematiği ben de sevmezdim zaten”, “matematik zor”, “matematiğe hiç aklım ermez”, “gerçek hayatta ne işe yarayacak ki?” gibi şeyler söylemektir. Birincisi gerçek hayatta matematiğin işime yaramadığı bir gün geçmez, bunu farkında değilseniz, hayatınızla ilgili pek çok kararı ve işi eksik bilgiyle yapıyorsunuz demektir. İkincisi bu tip sözler çocuğu matematiğe karşı koşullandırır. Becerememe korkusu yaratır.

Becerememe korkusu ise eğitimde ve hayattaki en büyük sorunlardandır. Başarının belki de en büyük düşmanıdır. Başarılı insanların ortak özelliği, becerebileceklerine inanmalarıdır. Bu inanç bomboş ve altı doldurulmamış bir inançsa, hüsrana götürür. Becerebileceğine inanıp boş boş oturmak başarıya götürmez. Başarana kadar yılmamak, yolda çıkan zorlukların çabalayarak üstesinden gelmek, bu zorlukları önceden görüp, onlardan korkmak yerine, onları aşmak için çalışmak, işte başarıya götüren yol zekadan, yetenekten çok bu özelliklerin ve alışkanlıkların bütünüdür. Başaramamayı bir felaket, bir son değil, başarıya giden yolda geçici bir tökezleme olarak gören insan, hiçbir şeyden yılmaz. O halde matematiği hemen kavramayan çocuk için, bunu aşılacak bir zorluk olarak tanımlamalıdır. Spor ve müzik de bu noktada tekrar devreye giriyor işte.  Spor ve müziğin ortak yanı, uzun dönemli ve görülebilir hedefler koyup, gün gün, ter dökerek, zorlanarak ilerlenmesi ve bu hedefe ulaşılmasının mümkün olduğunu çocuğa yaşatarak öğretmesi. Hedefiniz maraton koşmaksa, ilk gün maraton koşmaya çalışmazsınız. Sıfırdan başlar, aylar, hatta bazen yıllar içinde hedefinize ulaşırsınız. Hedefiniz Mozart çalmaksa, piyanonun başına ilk oturduğunuz gün sadece tuşların yerini öğrenir, en basit şarkıları şaşıra şaşıra, yanlış ve eksik çalarsınız. Ama devam ederseniz, bir gün Mozart çalabileceğinizi bilirsiniz. Her gün biraz daha ilerlersiniz, bazen çok zorlanır, ilerleyemeyeceğinizi düşünürsünüz. Hayattaki her şey böyledir ve spor ile müzik sizi bu tecrübelere hazırlar. Hemen Mozart çalamıyorum diye ağlamak yerine, do-re-mi çaldığınıza sevinerek başlamak büyük bir derstir. Matematik de öyledir, dil de. Kendinizi ölçmeyi ve kendinizle yarışmayı öğrenirsiniz. Hedef bir gün öncesinden iyi olmaktır. Daha iyi olana kadar çabalamaktır. Eksiklerinizi tespit edip, onları gidermeye çalışmaktır. Başarısız olunca, “hmm daha çok çalışayım o zaman” diyebilmektir.

İşte çocuklarınıza bunları öğretin. Kavgasız ve baskısız. Başkalarıyla karşılaştırmadan. Beklentilerinizi yüksek tutun. Ne kadar yüksek? Biraz zorlanmalı insan, dünden daha iyi olmak için biraz zorlanmalı. Ama başarabileceğinden fazlasını yüklenmemeli, o kadar da zorlanmamalı. Ve bunu başkaları için değil, kendi için yapmalı. Yani ceza ya da ödülle teşvik etmeyin çocuğu. Ödülü başarının kendisi olmalı. Çalmaya devam edersen, çok sevdiğin şu parçayı çalabilirsin yaza kadar deyin, ama bunu çalarsan sana bisiklet alacağım demeyin, başarmayı ödüle bağlayıp, başarmanın kendi zevkini yok etmeyin. “Matematiğe çalışırsan, şu konuları harika anlayıp, problemleri çözebileceksin, hatta çözmek zevkli gelecek, bulmaca gibi” diyebilirsiniz, matematikten geçersen, sana hediye var demeyin.  Başarısını çok övmeyin (gerçekten büyük başarıları övmeyecek kadar da ileri gitmeyin), ama çalışmasını, azmini, kaydettiği ilerlemeyi sık sık övün. İşte matematikte başarı elde etmeye başladığında, o başarıyı iliklerine kadar hissedecek, kendine güvenmeyi öğrenecek, çalışırsa başarabileceğine inanacak. Onun mutluluğunu paylaşın.

İyi eğitimli aileler bunu genellikle farkında olmadan yapar, beklentileri zaten yüksektir. Onlar tam tersine baskı yapma hatasına düşmeye meyillidir, gereğinden yüksek beklentileriyle mutsuzluğa davetiye çıkarabilirler. Okulda zorlanmış, ya da az eğitimli aileler ise düşük beklenti hatasına düşmeye daha meyilli olabilir. Bu da çocuklara haksızlıktır. Düşük beklentili ortamlarda, çocukların becerileri yeterince gelişmez, potansiyelleri ortaya çıkmaz, zorluklarla başa çıkmayı öğrenmezler. Özellikle çocuk anne-babasından daha zeki ya da daha iyi imkanlara sahipse, çocuğun potansiyelini fark etmek, onu teşvik etmek aile için zor olabilir. İki uç da çocuk için sağlıklı değildir. Birisi başarılı olsa dahi stresli, kaygılı, hatta kendini başarısız hisseden bir insan yetiştirmeye yol açabilir, diğeri ise hiçbir şeyde başarılı olamayan birisi.

Çocuğunuzun seviyesini anlayın, başarabileceği kadarını bekleyin. Ne azı, ne fazlası. Yani iki çocuğunuz varsa, ikisinden de aynı beklentilere sahip olamazsınız, ikisinin becerileri, zekaları ve karakterleri farklı olacaktır. Çocuğa, seviyesine ve ilgi alanlarına uygun beklentiler oluşturun. Elinden tutmayın, yanında durun. Ödülle ve cezayla teşvik etmeyin, etraftaki çocuklarla karşılaştırmayın, ama başarılı yetişkinlerin (ünlü bilimciler, sanatçılar, vs.) hikayelerini anlatarak, zorlukları aşmaya cesaretlendirin, özendirin. Düşünün ki çocuğunuz büyümüş ve hayat ona akla gelmeyecek büyük engeller ve binbir türlü sorun çıkarmış. Ve çocuğunuz yorgun, bitkin, desteksiz. O noktada, “bir adım daha atacağım, ben bunu aşabilirim, ben bunu bile aşacağım!” diyen bir insan yetiştirebilir misiniz? Bunu sadece okulda, işte değil, en zor gününde özel hayatında da yapmasına yardım edebilir miyiz? Çocuklarımıza bir cennet miras bırakamıyoruz, bir gün biz göçüp gitmişken, bıraktığımız zorlu dünyayla başa çıkma yeteneğini kazandırmak borcumuz değil mi o zaman?

Aysuda Kölemen

Diğer Paylaşım

Kandırıkçılık İnancı – Süheyla Pınar Alper

‘Impostor syndrome‘ kavramı dilimize ‘kimlik hırsızlığı’ sendromu olarak çevrilmiş. Kimlik hırsızlığı gerçekten bir hırsızlık eylemi düşündürüyor, …

Leave a Reply