Almanya’da yayınlanan Psychologie Heute Dergisi’nin Temmuz 2017 sayısı, batı dünyasında otoriter eğilimli siyasetin yükselişe geçmesinin insan davranışlarına ilişkin nedenlerini ele alıyor. İnsanları milliyet, aidiyet, vatandaşlık, siyasi görüş gibi ayrıştıran unsurlara değil de, bunlardan bağımsız birtakım ortak özelliklere işaret etmesi, ama bundan da önemlisi beşerin yapım, bakım ve onarımını yakından ilgilendiren bir konu olması açısından çevirip paylaşmayı gerekli gördüm.
Yazı Theodor W. Adorno’nun yaklaşık 70 yıl önce yayınladığı otoriter kişiliğe ilişkin çalışmalarına dayanıyor. Bu çalışmalarda insanların diktatörlere bağlılığının, “öteki”ne karşı ayrımcılık uygulamalarının veya saldırılarının nedenleri inceleniyor. Adorno’nun bulduğu cevaplar bugün hâlâ güncel. Üstelik sorunu tek başına kapitalist sisteme, küreselleşmeye ve gelir dağılımındaki adaletsizliklere dayandırmaması açısından önemli. Bu derlemeye, Adorno’nun çalışmasını magazinel “hap bilgi” formatına sokulmuş olduğu gibi bir eleştiri yöneltilebilir. Ancak bazen sadeleştirmek, önemli bilgilerin daha fazla okuyucuya ulaşmasına hizmet edebiliyor.
Leo Löwenthal ve Norbert Guterman 1940’ların sonundaki “Sahte Peygamberler” çalışmalarında insan duygularının tesadüfi olarak değerlendirilip geçiştirilemeyeceğini; güvensizlik, bağımlılık, dışlanmışlık, korku, hayal kırıklığı gibi duyguların günümüz modern toplumunun huzursuzluğunun temeli olduklarını yazmışlar. Hem Löwenthal ve Guterman’ın, hem de Adorno’nun çalışmaları, bize insanların neden “kışkırtılmaya” bu kadar açık olduğunun ipuçlarını veriyor.
Belli ki aşağıdaki yazıyı derleyen kişinin aklında Trump, Le Pen, Petry, Wilders gibi isimler vardı, bizler lüzûmu halinde listeyi uzatabiliriz.
Hâlâ otoriter *
Anne Otto
Popülistler neden yeniden popülerler? Neden ırkçı önyargılar çoğalıyor? Ve neden demokrasiye olan ilgi azalıyor gibi görünüyor? Almanya, Avrupa ve ABD’deki bu gelişmelerin nedenleri çok tartışılıyor. Perspektif yoksunluğunun, güvensizliğin, askıdaki toplumsal tabakaların toplumu böldüğünden bahsediliyor. Leipzig Üniversitesi’nden Sosyal Psikolog Oliver Decker, elbette bu faktörlerin de bir etkisi olduğunu, ancak bu kadar çok sayıda insanın demokratik değil de otoriter eğilimlere güven duymasının nedenlerini anlamak isteyenlerin otoriter kişilikle ilgili daha derin psikolojik çalışmalara gözatması gerektiğini söylüyor.
1950’de ABD’de yayınlanan Otoriter Kişilik, ampirik sosyal araştırmalarda bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Sosyolog ve psikolog Theodor W. Adorno bu çalışmayla nasyonal sosyalistlerin vahşetini ve gizli faşist düşünceyi aydınlatmayı amaçlamış. Adorno çalışmanın odak noktasına insanları ve kişiliklerini yerleştirmiş. Adorno, politik tercihlerin zihinsel ve duygusal faktörlerle bağlantısının yaygın kanaatten daha yüksek olduğunu savunuyor. Bu nedenle çalışmasında “faşist karakter”i ve “demokratik karakter”i tanımlayan karakteristik davranışlar, fikirler ve faktörler peşinde.
TEZ 1: Otoriter yaklaşımları olanlar ekstremizme daha meyillidir ve güçlü bir lider ister
Adorno çalışmasında, aşırı sağa meyleden fikirlerin en güvenilir şekilde öngörülmesini sağlayan faktörün otoriter yaklaşımları onaylama derecesi olduğunu belirtiyor. Bu temel bulgu bugün de geçerlidir: Kim ki otoriter saldırganlığı destekler –suçlunun çok şiddetli cezalandırılması gerektiğini savunur, ya da otoriter itaatin doğru olduğunu düşünür- sağ popülist ya da ırkçı düşüncelere meyillidir. AfD, Pegida veya Donald Trump gibi popülistlerin güçlenmesi kısmen bu otoriter tavırla açıklanabilir.
Massachusetts Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Matthew MacWilliams, 2016 ABD Başkanlık Seçimleri’nden birkaç hafta önce yapılan bir çalışmada, Trump’ın başarısını açıklama çabalarında “otoriter tavır”ın yapbozun kayıp parçası olduğunu ortaya koyuyor. 1800 seçmenle yapılan anket gösteriyor ki, Trump’a oy verme ihtimalini otoriterlik skalası kadar iyi tahmin eden başka bir faktör yoktur. Buna karşılık ankete katılanların kökenleri, gelir düzeyleri ya da asıl politik düşünceleri oy verme davranışları konusunda güvenilir tahmin imkanı sunmuyor.
TEZ 2: Otoriter tavır otoriter aileden aktarılır
Otoriter yapılar nasıl ortaya çıkıyor? Adorno, güçlü bir patriarka etrafında organize olmuş ailelerin çocuklarının neden önce açık bir şekilde itaatkâr, sonra da kendilerinden daha zayıf olanla karşılaşınca bizzat dominant davranışlar sergilediklerinin nedenlerini araştırmış. Adorno şöyle bir mekanizma taslağı çıkarmış: Bir otoriteye itaat etmek durumunda olan öfkelidir, korkaktır, mutsuzdur. Ancak bu duygular, bunların asıl nedeni olan kişiye yönelmese de mutlaka herhangi bir yere yöneleceklerdir ve bunun da çoğunlukla daha zayıf olan olduğu varsayılır. Hannover Üniversitesi’nden Sosyal Psikoloji profesörü ve psikoanalist Angela Moré “otoriter yapılar nedeniyle gelişme bozuklukları ortaya çıkabilir” diyor. Moré’a göre, bu otoriter yapıların etkisi günümüzde halen mevcut. Bir yandan, bugün 60 yaş üstü nesil katı ebeveyn(ler) tarafından yetiştirildiği için, diğer yandan da modern ailelerde de yoğun baskının hüküm sürdüğü otoriter mekanizmalar varlığını sürdürdüğü için. Böylesi katı ailelerde çocukların nasıl şekillendiğini açıklamak için Angela Moré pediatrist ve psikoanalist Donald Winnicott’un “hatalı benlik” kavramına atıfta bulunuyor. Buna göre, kendilerini bireysel olarak geliştiremeyen, kim oldukları sorusunun peşinden gidemeyen çocuklar, zaman içerisinde “hatalı bir benlik” geliştiriyorlar, ve bu bir “düzeltilmiş”, “arzu edilen” [çocuk] şablonu. Bu çocuklar yalnızca öfkeli değiller, aynı zamanda özgüvenleri ve kendileri ve başkalarıyla dostça ve empatiyle geçinmeye dair içsel konseptleri zayıf. Otoriter yapıları ifade eden itaat, konformizm, katı cezalar veya sert önlemler arzusu, bunu talep edenlerin iletişim veya birlikte yaşamaya dair başka bir fikirlerinin olmadığının göstergesidir. Moré, yardıma muhtaç bir mülteciyle empati ilişkisi kurabilmek, kendi zor zamanlarına ait benzer empati ilişkisi tecrübesi olmayanlar için zordur diyor.
TEZ 3: Aşırı sağa eğilim veya ırkçılık tek başına ekonomik baskıdan kaynaklanmaz.
Adorno, ekonomik krizlerin güçlü bir führer arzusunun sadece katalizörü olduğunu, ancak nedeni olmadığını savunuyor. Kişisel ekonomik çıkarlar fikirleri tek başına belirliyor olsalardı, aynı sosyoekonomik statüdeki insanların fikirleri çok yakın, farklı olanlarınki de birbirinden farklılık gösteriyor olmalıydı. Güncel çalışmalar da teyit ediyor ki, kişisel ekonomik durum ile politik fikirler arasında yaygın olarak öne sürüldüğü gibi bir bağlantı yoktur. 2014 yılında yapılan Leipziger-Mitte çalışması, AfD seçmelerinin %35’iden fazlasının aylık net gelirinin 2500 EU veya daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Buna karşılık AfD seçmenlerinin yalnızca %3,5’inin aylık geliri 1000 EU veya altındadır. Trump seçmenleri de, yukarıda bahsi geçen araştırmaya göre, aynı şekilde farklı gelir gruplarından gelmektedir.
Yani aşırı sağ haraketlere artan ilgiyi tek başına ekonomik faktörlere dayandırmak gerçekçi değildir. Muhtemeldir ki, ekonomik güvensizlik, potansiyel olarak mevcut bulunan otoriterlik ihtiyacını günışığına çıkarmaktadır. Bu da gösteriyor ki, sadece belli kesimlerin gelir düzeyinin artmasıyla güncel sorunları çözmek mümkün değildir. Görünüşe göre, bazı insanları demokratik prensiplerin arkasında durmaktan alıkoyan zihinsel yapılar vardır.
TEZ 4: Sterotipler ve ırkçılık zor çözülen yapılardır, çünkü zihinsel bir fonksiyonları vardır
Otoriter liderlik özlemindeki insanların eşzamanlı olarak kalıcı stereotipler geliştirmesi de Adorno’nun çalışmasında ele alınıyor. Adorno “stereotipler tecrübeyle düzeltilemezler, öncelikle tecrübe edebilme kabiliyeti yeniden tesis edilmelidir” diyor. Önyargıları olan insanlar bunlara öylesine büyük bir ihtiyaç duyarlar ki, karşı argümanları ve tecrübeleri geri püskürtmek zorundadırlar-tamamen mantık dışı bir şekilde olsa bile.
Adorno’nun sıkça gözlemlediği bir örnek şudur: Yahudiler’e kin besleyenlere Yahudiler’i tanıyıp tanımadıklarını sorduğunda bazıları hayır cevabı verirken, bazıları arkadaşları olan veya tanıdıkları Yahudiler olduğu cevabını vermiş, ancak ikinci cümlelerinde bunların “istisna” olduklarını belirtmişler. Bu argümentasyonu bugün sabit stereotiplere sahip insanlarda da görüyoruz. Moré, bazı insanlardaki önyargıları değiştirmenin zorluğunu, zihinsel bir fonksiyon görüyor olmalarına bağlıyor. Her kötü ve zayıf özelliğin ötekine yansıtılması, “ben”i destekleyebilir, özsaygıyı koruyabilir.
Bielefeld Üniversitesi’nden sosyal psikoloji profesörü Andreas Zick, 2008 Alman’la yapılan temsili ve güncel bir anketle Almanya’da halen “grup odaklı düşmanlık”a meyleden kayda değer bir nüfus yüzdesinin varlığını ortaya koyuyor. Bu insanlar, marjinal grupları ve azınlıkları kategorik olarak aşağı görmeye hazırlar. Bu aşağılama davranışının ne kadar katı olduğunu, bunun çoğunlukla belli bir gruba ilişkin değil, çok sayıda azınlığın reddediliyor oluşundan anlıyoruz.
TEZ 5: Provakatörlerin şiddeti meşrulaştırdıkları bir yığın numaraları vardır
Adorno führerin ve davranışlarının kitlelerin nefretle doldurulmasında ne kadar önemli olduğunu da incelemiş. Adorno’nun provakatörlerin başlıca “trikleri” analizi, Martin Luther Thomas[1]’ın nefret söylemlerinin psikolojik ve retorik değerlendirmelerine dayanır. Adorno, “taraftarların gözünün önüne otonom bir karakterin, gerçekle ilgisi olmayan bir resmini koymak, totaliter yönetimlerin sırlarından biridir” der. Bu illüzyonun takipçiler açısından inandırıcılığını koruyabilmesi için führerin neticede kendisinin de taraftarları gibi baskı altında göründüğü, sürekli olarak çok daha güçlü olan düşmana karşı savaşan provakatif bir figür olarak sunması önemlidir. Adorno’nun tarif ettiği bu “büyük-küçük adam” retoriğini bugün kendini eşzamanlı olarak kurban ve güçlü adam olarak sunan Donald Trump’ta görmek mümkündür.
Adorno’ya göre otoriter führer’in kendi taraftarlarının huzurunu kaçırdığı “terör stratejileri” tipiktir. Provakatör “bir bilseniz” stratejisiyle görünüşte güvenilir kurum ve durumlarla ilgili birtakım sarsıcı bilgilere sahip olduğunu ima eder. Eşzamanlı olarak kirli çamaşırlar yıkanır; şöyle ki belli organların yalanlar yaydığı ve arka planda entrikalar çevirdiği iddia edilir. Yaratılan bu belirsizlik ve huzursuzluk da nihayetinde kendi gücünü sağlamlaştıran taraftarları birarada tutan bir işlev görür. Oliver Decker diyor ki “Trump’ın programının içeriğinin başarı kazanıp kazanmadığının bir önemi yoktur. En azından o an için taraftarlarınca, herkese gösterdiği güçlü adam rolünü sürdürüp sürdüremediği ölçülecektir.”
İnsanların otoriteryen idareleri ve antidemokratik liderleri takip ederken korkuların hangi rolü oynadığı tartışmalıdır. Ancak ABD’de yapılan güncel bir çalışmaya göre, Trump seçmenlerinin %73 gibi yüksek bir oranının karakteristik özelliğinin, kişisel olarak terörizm ve özel olarak da İŞİD tehdidi altında hissetmeleri olduğunu ortaya koymaktadır. Trump’a oy vermeyen insanlar da güvensizlik ve korku duyuyor olsalar da, tehlikeyi somut olarak kendi yaşamlarına yönelmiş hissetmiyorlar. Ancak tek başına provakatörlerin yaydığı panik insanları onlara oy vermeye yöneltmiyor. İnsanları alarma geçiren sansasyonel habercilik de – insanlar kendilerini tehdit altında hissedeceğinden – daha fazla güçlenmelerine katkı yapmaktadır.
Yalanlar ve korku tacirleriyle başa çıkabilmek önemlidir. Farklı düşünceleri sert bir şekilde karşılamalı, ancak insanları rencide etmemelidir. “Zordur, ancak kişisel olarak aşağılamadan, saygılı bir tartışma nihayetinde elimizdeki tek imkandır” diyor Decker. “Fark yaratan şeyin tam da bu olduğunu göstermeliyiz”. Son tahlilde mesele, aşırı sağ eğilimlerin önünü otoriter değil, demokratik yöntemlerle almaktır. Muhtemelen Adorno bu fikirden hoşlanırdı.
* Kaynak: Psychologie Heute, Noch immer Authoritär, Juli 2017, s. 28-32.
[1] Ç.N. Martin Luther Thomas, 1930’larda Amerikan Hıristiyan Sağı’nın radyo yayınları yapan demagoglarından biriydi. Bu yıllarda Adorno ABD’de Paul Lazarsfeld’le radyonun sosyal önemine dair çalışmalar yürütüyordu.
- Ormana gitmek eve dönmektir - 08/24/2017
- Otoriter Kişilik, Trump ve diğerleri… - 07/20/2017
- Kalori hesabıyla kilo veremezsiniz… - 05/12/2017