Anasayfa / İlişkiler / TREN – Süheyla Pınar Alper

TREN – Süheyla Pınar Alper

Bu öyküm 1992 yılında Türk Dili Dergisinin Ağustos/Eylül baskısında o dönemki soyadımla, Süheyla Bilgen adıyla yayınlandı. Süheyla Pınar-Alper
Gizli bahçenizde 
Açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız 
Vermeye az buldunuz 
Yahut vakit olmadı 
Behçet Necatigil
Bir kadın ve bir erkek, yıllar önce buldular onu. Bitmez tükenmez arayışlarının sonunda, en beklemedikleri yerde, her gün içine girip yıkandıkları derenin hemen kıyısında, ayaklarının dibinde, tam üstüne basıp geçiverecekken ilişti gözlerine. Inanılmaz bir güzellikte, pespembe, ışıl ışıldı. Pembeliğiyle onları kavradı. Kıyamadılar koparmaya. Oracıkta sarmaş dolaş uzandılar yanıbaşına, birbirleri oldular, gülümsediler mutluluğa. Işığını içlerine alıp buram buram yaydılar. Çevre giderek silikleşti. Pırıl pırıl, yalnız onlar kaldı. Daha bir gün önce kapkara sulara döne döne gömüldüklerini, paramparça olduklarını, önce yavaş yavaş, sonra birdenbire bittiklerini duyumsuyorken…
Birer buzul yaratmışlardı kendilerine. Öylesine yüzüp duruyorlardı, çevreleri yalnızca su. Buz duvarlarından bakıyorlardı yaşama. Uyandıklarında gökyüzünde saman sarısı, tepsi gibi bir ay onları aydınlatıyordu. Birlikte ve sıcacıktılar. Şu olağanüstü çiçekle dalga dalga sarhoş olmuş, kendilerine ve doğaya kavuşuvermişlerdi. Elele tutuşarak yavaşça kalktılar. O, aynı yerde öylece duruyordu. Işığı kenetlenmiş ellerinin üstünde yoğunlaşmıştı. Eğildiler ona doğru. “Onu koparmayalım” dedi kadın. “O artık bizim’ dedi erkek. Kökleriyle birlikte avuçladı çiçeği.
Erkek onun için özel bir bahçe yaptı. Kadın üstlendi bakımını. Sarındılar yaydığı sıcaklığa, ve zaman aktı. Her sabah gibi bir sabah, kadın sabahlığını sırtına geçirdi, onu sulamaya, onunla konuşmaya indi. Yanına vardığında ürperdi, donakaldı. O güzelim canlı boynunu bükmüş can çekişiyordu. Ona çok iyi bakmıştı. Suyunu eksik etmemişti. Gübrelemiş, ilaçlamış, toprağını havalandırmış, şarkılar söylemişti ona. Başında sabahladığı bile olmuştu… ve o ölüyordu. Pembesi sararmış, gidiyordu. Bütün gün ağladı kadın. O gece erkeği uyku tutmadı. Bir yara kanıyordu en içinde. Uzaklaştıklannı, söndüklerini hiç bu denli güçlü duyumsamamıştı. Yalanlar, yadsımalar, kaçışlar kuşatmıştı o inanılmaz güzellikteki birlikteliklerini. Yalnızlık, güvensizlik duygularının acısıyla tortop oldu yatağın içinde.

Şu an bahçede ölmekte olan çiçeği bulmalarıyla başlamıştı tüm güzellikler. Gerçek olmadığını düşündüğü sevgi sevincini bulduğuna inanmış, o coşkuyla, onu kendisi avuçlayıp getirmiş, bahçeye yerleştirmişti. Çevresine çitler çakmış, kendince onu korumaya almıştı. Ya sonra? Yaşamda en güvendiği gerçek olan zamanın devinimine bırakmıştı kendini ve yuvarlanıp gitmişti. Pembesinin keyfini sürmüş, varlığını bilmenin güvenliğine sığınmış ve onu unutuvermişti. Bir bıçak delivermişcesine yüreğini, inledi. Acısının yoğunluğunun kanıtı gibi, yalnızca sol gözünden bir damla gözyaşı yanağından süzülerek indi yastığının üstüne. Kadına baktı, uyuyordu. Uykunun dingin izlerini aradı yüzünde boşuna______ yıkılmış bir kadın. Demirlerin sürtünmesinden çıkan o korkunç sesle, ikisi birden doğruldular yatağın içinde. “Ben o trene binmek istemiyorum” dedi kadın, “hiç bir zaman istemedim”. Erkek kalktı. Pijamasının üstüne hırkasını giydi, çıktı. Ev buz gibiydi. Kadın çıplak ayak cama doğru yürüdü. O trene binmemek için savaşmakla geçmişti son yıllar. Yorgundu. Erkeği gördü. Erkek döndü kadına el salladı. Kadın acıyordu. Bir kadın nasıl acırsa öyle acıyordu. Tren gecenin sessizliğini yırtan bir çığlıkla hareket etti. Kadın başucundaki çekmeceyi açtı. El yordamıyla makası buldu. Merdiyenlere koştu. Karanlıkta, içindeki duvarlara çarpa çarpa indi basamakları. Çitleri aştı, çiçeği aradı. Erkek, çiçeğin yanında dizlerinin üstüne çökmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Makas kadının elinden fırladı, toprağa saplandı. Çiçek boynunu hafifçe dikleştirmiş gibi geldi kadına. Birdenbire topraktan, makasın saplandığı yerden, bembeyaz, gül kokulu bir sıvı fışkırdı üzerlerine. Elleri çiçeğin çevresinde birleşti. Kurulu oyuncaklar gibi, eşsiz bir uyum içinde, birlikte suladılar, birlikte eşelediler toprağını. Önce pembesi canlandı, sonra yeşilleri, sonra da sardı onları, ısıttı, tıpkı eskisi gibi. Yorgun, dingin, onun gizini sonsuza dek elele kucakladılar.

Birçok kadın ve birçok erkek, orada, burada ya da şurada buldular onu. Sıcaklığıyla doydular. Güvenli gölgesinin sınırsızlığında bukalemun gibi sürekli renk değiştirmeden, yaşama dolu dizgin daldılar. Ona baktılar, “o bizim” dediler. Yudum yudum, yepyeni bilinmeyenleri paylaştılar. Yaşamakta olduklarını duyumsadılar. Birbirlerine ve doğaya aktılar. Yaşamın şarkısını öğrendiler, acı çığlıklarıyla birlikte söylediler. Kaçmadan, korkmadan, ağız dolusu gülüp, yürek dolusu ağladılar. Duydular, duyuldular. Kapıları birer birer, birlikte açtılar. Oldukları “ben”den mutlu oldular, başka benler aramadılar.
Onun gizini aramayanlar ya da bulamayanlar ne yaptılar? Yalnızca koklayıp sarhoş oldular. O boynunu büküp solmaya yüz tuttuğunda, önce yürekleri soğudu, üşüdüler. Sonra evlerinin tabanı soğumaya başladı. Gün geldi, öyle bir soğuk sardı ki çevrelerini, tüm anılarlyla birlikte, her şey buz tuttu. Bir başlarına kaldılar o sabah.
Donmuş anıları ve yürekleriyle birlikte evlerinin önünde şaşkın bir halde kurumuş pembe bir çiçeğe bakıp dururlarken, kara bir tren durdu, sırayla her birinin bahçe kapısının önünde. Yüreklerinin üstünde ağır mı ağır bir anı bavuluyla istem dışı sürüklenircesine bindiler trene, birer birer.
Tren saatlerce yol aldı. Durdu. Ağırlıklarıyla birlikte indiler, yine birer birer, ezik. Hava sessiz, soğuk ve güneşli idi. titrediler. Raylar, çepeçevre yükselen bir kayanın dibinde sona ermişti. En yukarıda, bir avuç mavi gökyüzü gözlerini kamaştırdı. Kayanın üstünde, ulaşamayacakları kadar yükseklerde, yer yer çiçekler açmıştı. Raylar boyunca, beş-altı metre arayla dizilmiş sıralar gördüler. Her sırada yaşlı bir kadın ya da bir erkek oturuyordu, dimdik, devinimsiz. Bakışları sanki göremedikleri bir şeyin üstünde odaklaşmıştı. Her birinin elinde uzun saplı bir çiçek vardı, dimdik.
Bir kadın yaklaştı, yaşlı bir erkeğin tuttuğu çiçeğe doğru elini uzattı. Erkek onu görmedi. Kadın çiçeğe dokundu. Çiçek dağılıverdi, döküldü. Kadın yavaşça elini çekti. Çevresine bakındı. Gördüğü ilk boş sıraya, yüreğindeki yükle birlikte, bir daha kalkmamak üzere oturdu. Öbürleri onu izlediler, buldukları yerlere birer birer yığıldılar.
Kulakları tırmalayan bir gıcırtıyla tren geriye doğru hareket etti. Yaşamın engin derinliğinde acı ve tiz düdüğü yankılandı.

Görsel: Liza Wheeler, Renwil Fisher

Süheyla Pınar Alper

Diğer Paylaşım

Bu Sıkıntının Adı Yas – Scott Berinato’dan Çeviren: Süheyla Pınar Alper

Scott Berinato’nun 23 Mart 2020de Harvard Business için yazdığı yazının çevirisi (That Discomfort You’re Feeling …

Leave a Reply