‘Impostor syndrome‘ kavramı dilimize ‘kimlik hırsızlığı’ sendromu olarak çevrilmiş. Kimlik hırsızlığı gerçekten bir hırsızlık eylemi düşündürüyor, oysa bu sendrom kendimize dair yanlış bir algıyı betimliyor. Ben bu sendromun adını ‘kandırıkçılık inancı’ koymak istiyorum çünkü burada bir kimlik hırsızlığı değil bir kimlik yanılsaması ve yanlış bir benlik algısına dair bir durumdan söz ediyoruz. Bu kişiler başkalarından bir şey çalmıyorlar, yalnızca başarıları hakkında başkalarının aldandığını, hatta farkında olmadan kendilerinin insanları yanılttığını düşünüyorlar ve başarılarının gerçek olmadığına inanıyorlar. Yani ortada hırsızlık yok olsa olsa kendini hırsız sanmak var.
‘Kandırıkçılık inancı’ nedir?
Kandırıkçılık inancı olanlar tıpkı sınavda başaran iyi öğrencinin ‘aslında sorular kolaydı, onun için iyi not aldım’ demesi gibi, hiç bir zaman başarıyı kendilerine mal etmezler, edemezler.
Başarılarını içselleştiremedikleri gibi, er ya da geç mutlaka foyalarının (!) ortaya çıkacağı kaygısıyla var olan tüm bilgi, beceri ve başarı verilerine rağmen başarılarını gerçekten hak ettiklerine bir türlü inanamazlar. Bu konuda yapılan ilk araştırmalar bu durumun daha çok kadınlarda görüldüğüne işaret etse de, son çalışmalar ‘kandırıkçılık inancı’nın erkekleri de aynı ölçüde etkisi altına alabildiğini gösteriyor.
Bu sendromdan ilk olarak 1978de söz eden klinik psikolog Pauline Clance ve Suzanne Imes, bazı insanların başarılarını asla üstlenemediklerini, başarıyı hak etmediklerine inandıklarını fark etmişler.
Mükemmeliyetçilik de tabii ki bu sendromla başa baş gider. Hayatta zaten hiç bir zaman, hiç bir şey tam anlamıyla mükemmel olamadığı için, başarıyı bir şans işi olarak düşünmek o kadar da zor değildir; sorular da zaten kolay sorulardır, bilinen yerlerden gelmiştir, o an bir ilham gelmiştir, nasıl olduysa, tamamen dış etkenler sayesinde başarılı olunmuştur.
Kandırıkçılık inancı olan insanlar bir yandan ‘eksikliğim ortaya çıkacak’ kaygısı taşırken, diğer yandan da herhangi bir performans öncesinde aşırı yoğun hazırlanarak kendilerini adeta tüketirler. Başarılarını her zaman sorgulamak ve başkalarının açıklarını yakalayacağı kaygısıyla yaşamak, ciddi anlamda zor ve yorucudur.
Bu insanlar yarışacakları, sunum yapacakları ya da konuşacakları kişilerin de en az kendileri kadar kusurlu birer ‘insan’ olduğu gerçeğini, hayatta bazı şeylerin hak edilse bile olamayabileceğini, aynı şekilde bazılarının da hak edilerek olabileceğini ve her iki durumda da bildikleri ya da bilmedikleri çok çeşitli değişkenlerin devreye girebileceğini asla göremedikleri için kendilerini yer bitirirler. Ne yazık ki kendi başarıları, artıları, uzmanlıkları, yetenekleri, becerileri, deneyimleri hakkında gerçekçi bir değerlendirme yapamazlar, sürekli yetersizlik kaygısı yaşarlar, kendilerinden hep daha fazlasını beklerler ve bunun başkaları tarafından da beklendiğini düşünürler. Hep başkalarından daha çok çalışma gereği duyarlar. Bu onların ‘kandırıkçılık inancı’ döngüsüne kapıldıklarının temel belirtisidir. Başarısız olmaktan hep korkmaları gerçek potansiyellerini yakalamalarına da engel olabilir. Bu özelliği taşıyan insanlar başarılarının raslantısal olduğuna, doğru zamanlama ve yapılan işin basitliği gibi dış nedenlere bağlı olduğuna içtenlikle inanırlar. Ne yazık ki çok sayıda üstün başarılı ve güçlü insanda bu özellik görülmektedir.
Amerikan Psikoloji Derneği (APA) yazarlarından Kirsten Weir bu insanlar için ‘gönüllü işlerden de kaçınırlar, çünkü bu tür işlerin gerçek işlerinde başarılı olmak için ayıracakları zamandan çalacağını düşünürler’ diyor. Yani bir türlü kendi başarılarını sahiplenip huzurlanamayan insanlardan söz ediyoruz.
İş yerinizde bir terfi alırsınız ve ardından ‘demek ki başka aday yoktu’, diye düşünürsünüz; büyük bir başarı elde eder ve bu müşterinin sizi bulmuş olmasının ne müthiş bir raslantı olduğuna kesinlikle inanırsınız; o toplantıdaki en deneyimli kişilerden biri olarak yerinizi almışken, patronun her an yanınıza yaklaşıp kulağınıza, sizin bu işe uygun olmadığınızı fısıldayacağını bekleyebilirsiniz.
Her fırsatta başarısının yalan olduğuna, insanların kendisi hakkında yanıldığına inanmak ne kadar ağır bir yüktür bu hayatta, hele bir de gerçekten başarılıyken. Ancak burada inanç o kadar güçlüdür ki, kişiyi başarısına ikna edemezsiniz.
Bu sendromu yaşayan insanlar kendilerinden yaşça küçük ya da daha deneyimsiz kişilerle çalışırken bu duyguyu duymayabilirler, ancak denkleriyle bir araya geldiklerinde tamamen dağılabilirler.
Mükemmeliyetçi olma eğiliminiz varsa ve başarılarınızı hep ‘aman n’olacak yapıverdim işte’ diye karşılıyorsanız sizde de ‘kandırıkçılık inancı’ olabilir. Belki de kendinize bir bakma zamanıdır. Değişmek için hiç bir zaman geç değildir.
Kandırıkçılık inancı, yoğun strese neden olur, kaygıyı arttırır, özgüveni sarsar, utanç duygusuna ve depresyona da neden olabilir. Yapılan araştırmalara göre bu özelliğin kişiye verdiği en büyük zarar, yeni hedefler ve imkanlar için emek vermekten, karar almaktan, ilgi alanlarını araştırmaktan, kendisine daha anlamlı gelecek işler yapmaktan geri durmasına ve kendini alıkoymasına neden olmasıdır. Bu kişiler yapacakları işlere normalde verilmesi gerektiğinden çok daha fazla zaman ayırdıklarından, aşırı emek ve gerginlik sonrasında elde ettikleri iyi sonuçları da (gerçeği yansıtmasa da) kendilerini o kadar stres ve baskı altında tutmalarına bile bağlayabilirler.
Kandırıkçı inancımıza mahkum muyuz?
Tabii ki hayır. Değişimin ilk adımı görmek, fark etmektir ‘hmmm ben galiba böyleyim’, ikinci adım görüp fark ettiğimi kabul etmektir ‘evet ya, ben böyleyim’. Üçüncü adım değişmek istediğine karar vermektir. Dördüncü adım, ‘nasıl değişebilirim’ konusunda bilgi toplamaktır. Beşinci ve son adım da plan yaparak, değişimin gerçekçi adımlarını atmaya başlamakla atılır.
Kandırıkçılık inancı olduğunu düşünen kişiler özellikle güvendikleri arkadaşlarıyla, aile üyeleriyle bunu paylaşabilir ve onlardan destek alabilirler. İyi ve dost bir dinleyicinin desteği hiç bir şeyle ölçülemez.
Kirsten Weir’in bu zorlu durumu yaşayanlar için önerileri şöyle:
– Dostlarınızla konuşun, paylaşın.
– Gözünüz yalnızca yardım isteyebileceğiniz ve sizden daha çok şey bilen kişileri görmesin. Sizden daha genç ve deneyimsiz olan kişilerle iletişim kurun, onlara eğitim verin ve uzmanlığınızın, bilgi ve becerilerinizin farkına varın.
– İyi yaptığınız işlerin bir listesini yapın. Daha iyi olabilecekleri işaretleyin. Böylece kendiniz hakkında daha nesnel bir algı oluşturabilirsiniz.
– İşinizi iyi yapın ama kusursuz olması için uğraşmayın.
– Başarılarınızı her gördüğünüzde kutlayın, hatta kutlama yapın ve kendinizi kutlamayı öğrenin.
– Başarılarınız hakkındaki düşüncelerinizi yeniden düzenleyin. Örneğin on saat ayırdığınız bir çalışmaya artık 8 saat ayırmaya karar verin. Yazınızı tam düzeltmeden önce birine verin okusun, yorumunu alın. Yavaş yavaş gevşeyin. Kendinize zaman tanıyın.
– Gerekiyorsa psikolog desteği alın.
Bu sendromu gözden kaçırmak, çözülmesi gereken bir sorun gibi görmemek o kadar kolaydır ki. Çoğu insan bu durumu öylesine hayatın doğal bir parçası ve gerçek bir yanı olarak algılar ki, sorgulamaz bile. Bu konuyu araştıran klinik psikolog William Somerville bile ancak kendi başına geldiğinde bunu anlamış ve araştırmıştır.
Justin Kruger ve David Dunning, 1999 ve 2011 yıllarında yaptıkları araştırmalarda tam tersi bir durumdan söz ederler. Aslında hiç bir şey bilmeyenlerin kendilerini her şeyi bilen, her şeye hakim kişiler gibi algılamaları – yani yine bir tür algısal yanılsama.
Kendi eksikliğini algılama becerisi olmayan bu insanların benlik algısı bundan beslenir ve o güvenle her türlü önemli işe el atarlar ve etkileyici de olabilirler. Günümüz dünyasında buna örnek gösterilebilecek azımsanamayacak sayıda siyasi lider ve güç sahibi insan vardır.
Her iki durum da, yani ‘kandırıkçılık inancı’ da ‘Dunning-Kruger etkisi’ de insanlığın ve dünyamızın gidişatı açısından hepimizde ciddi kaygılar oluşturmalıdır. Bir yanda beceriksiz ve atılgan cahiller, diğer yanda çekingen ve her daim kendini sorgulayan yetenekli ve bilgi sahibi değerli bilgeler.
Aynı balıkların suda olduklarını fark etmemeleri gibi içinde olduğumuzda pek çok durumu fark edemeyebiliriz. İnsanız. Kusursuz değiliz ve kusursuz olamayız. Ancak sorgulamak, düşünmek, fark etmek, ve değişim için harekete geçmek, her zaman bir seçenektir ve bu da insan olmanın en değerli ayrıcalığıdır.
Görseller: E. Kirshoff, Jim Tweedy
https://www.madworldsummit.com/news/impostor-syndrome-how-to-help-your-staff-beat-a-confidence-killer
https://atlanticmoon.blog/2016/11/
- Bu Sıkıntının Adı Yas – Scott Berinato’dan Çeviren: Süheyla Pınar Alper - 03/26/2020
- Meditasyon Yapın – Süheyla Pınar Alper - 11/30/2019
- Kandırıkçılık İnancı – Süheyla Pınar Alper - 10/15/2019