Princeton 20 bin kişilik bir kasaba. Dünyanın en iyi üniversitelerinden birini barındırıyor. Kasabadaki çoğu kişi üniversite ile bağlantılı. Üniversitenin içinde sanırım 5 tane kütüphane ve o kütüphanelerde milyonlarca kitap var. Ama üniversitenin hemen karşısında, yine de bir şehir kütüphanesi var. Kocaman. Çocuk kitapları katına çıkıyoruz. Onbinlerce çocuk kitabı bizi bekliyor. Henüz emekleyen ve daha yeni yürümeye başlamış bebekler, yanlarında anne, babaları, kütüphanede vakit geçiren ilkokul çağında çocuklar, rahat koltuklara yayılmış, yere oturmuş, oyun odasında legolarla uğraşan bir sürü çocuk ve ebeveyn… Hemen yanında masalarla dolu bir balkon var. Cennet. Saatlerce kitap seçiyor, okuyoruz. Kitapların hepsi özenle seçilmiş, itinayla korunmuş. Sadece İngilizce değil, pek çok dilde kitap dolu. Oğlum akşam dayısına gününü anlatıyor. “Bugün çok büyük bir kitapçıya gittik.” İçim cız ediyor. Oğlum kütüphanenin ne olduğunu bilmiyor. Babasıyla biz kütüphanelerden çıkmayan insanlarız halbuki… Mahallemize bir kütüphane kurma hayalimiz var, ama doğduğu günden beri her gün kitap okunmuş oğlum, haftasonlarında kitapçılara götürülen oğlum, kitapları kitaplığına sığmayan oğlum, kütüphane ne bilmiyor. Kendi kütüphane maceramı düşünüyorum.
Heidelberg Üniversitesi Kütüphanesi |
Ortaokul ve lisede uzun öğle teneffüslerinde, boş derslerde gidip, ödevler için araştırma yapıp, öğrencilere kapalı bölümden bize yasak olan Aziz Nesin kitaplarına bakıp, yurtdışından son gelen gençlik dergilerini inceleyip, fısır fısır muhabbet ettiğimiz, okuldan sonra klüp toplantıları yaptığımız her zaman güneş dolu, sıcacık kütüphanemiz. Şimdilerde televizyonda ciddi ciddi konuşan bir arkadaşım, o zaman kütüphanecileri delirtmek için raflardaki etiketleri değiştiriyor akşamları çıkarken. Sonra üniversite: Ortası tavana kadar yükselen, büyük bir kütüphane, içinde yüzbinlerce kitap. Özel bir köşemiz var. Akademik dergileri raflardan masalara taşıyıp, fotokopi çekmekten kas yapıyorum diye dalga geçiyorum. Bazen yan masamızda Erdal İnönü oturuyor. Kendi dünyasında birşeyler okuyor, çalışıyor. Arkadaşım Almanca şiir bulmaya gidiyor; ben sanat akımlarıyla ilgili kitaplara göz gezdiriyorum; kardeşim Romalıların Türk olduğunu iddia eden tarih kitaplarıyla dalga geçiyor, okumamı tavsiye ediyor. Bir odada, gönüllüler görme engelliler için kitaplar okuyup, banda kaydediyor. Sınav dönemlerinde kütüphane doluyor. Son senemizde elektronik dergiler geliyor. Nerede kaldınız diye soruyoruz.
Washington Kongre Kütüphanesi |
New York’un girişinde aslan heykellerinin kitapları korumak üzere beklediği şehir kütüphanesi. İçinde her çeşit, her yaştan insan. Washington’da Kongre Kütüphanesi… Dev kubbedeki pencerelerden, etrafa ışık hüzmeleri süzülüyor. Huzur veren, insanın çıkasının gelmediği, dünyanın en güzel mekanlarından biri. Doktora yaptığım üniversitenin gösterişsiz, ama milyonlarca kitaplık kütüphanesinde geçirdiğim günler, geceler, üstünde uyuyakaldığım koltuklar, tez yazarken ikinci evim olan çalışma kabinim, kütüphanenin soğuk sandviçleri, kötü kahvesi, güler yüzlü çalışanları ve hatta kütüphanenin önünde “Hepiniz cehennemde yanacaksınız” diye günün muhtelif saatlerinde bağıran deliyi gülümseyerek hatırlıyorum (çünkü Amerika’da kütüphane önlerinde istenenin denilebilmesi bir gelenek, başka yerde bağırsanız polis gelir halkı rahatsız ettiğiniz için).
New York Halk Kütüphanesi |
Bir dönem Oxford Üniversitesi’nde okuyorum. Sanki bütün şehir kütüphane havasında. Ama asıl mücevher merkez kütüphane. Kütüphaneyi kullanmak için, şahitler huzurunda törenle yemin ediyorum: “I hereby undertake not to remove from the Library, nor to mark, deface, or injure in any way, any volume, document or other object belonging to it or in its custody; not to bring into the Library, or kindle therein, any fire or flame, and not to smoke in the Library; and I promise to obey all rules of the Library.” Gerçek bir törenle. Sonra kütüphane kartımı alıyorum. O kadar güzel bir kütüphane ki. Üstelik İngiltere’de basılan tüm kitapların bu kütüphaneye bir kopyası geliyor. 12 milyon kitap. On iki milyon.
Stockholm Kütüphanesi |
Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’nde ders verirken kullandığım merkez kütüphanenin çok süslü, ama bayıldığım duvarları aklımda. Philadelphia’da yaşarken hayatımın büyük kısmını geçirdiğim UPenn kütüphanesinde gözüm hep girişteki rahat koltuklarda ve haftanın romanlarının tanıtıldığı köşede. Amerika’nın üniversite kütüphanelerinin girişinde yeni kitaplar sergilenir. 3-5 değil, yüzlerce yeni kitap. Çalışma konumla ilgisi olmadığı için suçluluk hissedip, bir tek roman bile almadan zamanımın çoğunu o kütüphanede geçirmişim. Araştırma için gittiğin Stockholm kütüphanesinin bana biraz soğuk gelen İskandinav mimarisi, arşiv taramak için gittiğim yaşlılar ve çocuklarla dolu, bir köşesi tamamen Uzun Çoraplı Kız Pipi ve yazarına ayrılmış minicik İsveç kasaba kütüphanesi, tezimin son aşamasını yazdığım, her tarafından güneş giren ve çoğu kitabın artık elektronik olarak indirilebildiği Princeton Bilim kütüphanesi, oturacak yer bulmakta hep sıkıntı yaşadığımız Atatürk Kitaplığı, Paris’te modern, sakin, huzurlu, koridorları ağaçlı bir avluya bakan, dışardan bakıldığında ise açılmış kitapları andıran François Mitterand Kütüphanesi, hatırladığım, hatırlayamadığım bir dolu kütüphane geçiyor hayatımdan… Medeniyet kütüphaneleriyle gurur duyuyor. Kütüphanelerine girdiğinizde sadece faydalanmanızı değil, büyülenmenizi istiyorlar. Bu kütüphaneler birer ibadethane adeta. İnsana kendinden daha büyük birşeyin parçası olduğunu hissetiren, sizden önce gelmiş devlerin omuzunda yükseldiğimizi hatırlatan, bilginin, düşüncenin yol göstericiliğini vurgulayan, asla mütevazi olmayan, tam tersine kapısından gireni ihtişamı karşısında tevazuya sürükleyen, ama sizi bir parçaları olmaya davet ederek umut dolduran yapılar bunlar. Biz bunu yarattıysak, her karanlığı aşabiliriz diyor içinizden bir ses. Ve ne zaman çok güzel, çok zengin bir kütüphane görsem, içimde bir kıskançlık baş gösteriyor. “Ah İstanbul” diyorum,“böyle bir kütüphaneyi hak etmiyor musun sen de?”
Radcliffe Oxford Kütüphanesi |
Geçtiğimiz yazı Göttingen Üniversitesi’nde geçiriyorum. Minicik bir kasaba yakınında kalıyoruz. Kasaba kütüphanesine gitmek istiyorum. Oğluma kitap alacağım. İçerisi olabildiğince sıradan. Kitaplar, raflar ve dört duvar. Ama çocuk kitapları için ayrı bir bölüm yapmışlar raflardan. Rengarenk kitaplar orada. Bu bütçe sıkıntısı çektiği için, belediyenin bazı bölgelerde sokakları süpürmeyi, çiçek ekmeyi bıraktığı bir kasaba. Halk sokaktaki çiçeklerin bakımını kendi yapıyor. Ama kütüphanelerini kapatmamışlar. Oğluma 20 tane kitap seçiyoruz. Yüklenip eve götürüyoruz. Bunlar geri gidecek diye uzun uzun anlatıyoruz. Tamam diyor. Yaz sonuna kadar o kitapları okuyor.
Ve oğlum bu yaz, 4.5 yaşında nihayet gerçek bir kütüphane ile tanışıyor. Onun kütüphane macerası başlıyor. “Bunu da istiyorum, bunu da, bunu da!” diyor. Kütüphane onu da acıktırıyor. Emekleyerek kütüphanede dolaşan, kitapları ağzına almaya çalışan bebeğe bakıyorum, memleketim adına o bebeği kıskanıyorum.
Fransız Milli Kütüphanesi |
Türkiye’nin çocuklarını düşünüyorum. Oğluma bakıyorum. Bir temenni geçiyor içimden, onun için ve onun şahsında memleketin teker teker tüm çocukları için. Dev kubbeli muhteşem kütüphaneler gör, milyonlarca kitabın içinde kaybol, kitaplara aşkla dokunan insanların arasında büyü, ne kadar çok kitap, okumak için ne kadar az vakit var diye üzül yavrum. Kütüphanelerin bol olsun çocuğum, kitapların aydınlığı her daim üstüne doğsun.
Aysuda Kölemen
- Evde Cilt Bakımı - 10/31/2017
- Çocuğumun Bağışıklık Sistemini Nasıl Güçlendiririm? - 10/23/2017
- Çocuğun Şiddet Eğilimlerini Nasıl Yok Edebiliriz? - 10/10/2017