Hayatımda ilk defa kısa ve net bir ‘hayır’ deyip de ağzımdan çıkan lafa kendim bile şaşırdığımda 34 yaşındaydım. Acı ve çarpıcı bir gerçek bu.
Sayısız kadının ve azımsanamayacak kadar çok sayıda erkeğin de hayır demekte zorlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Oysa ‘hayır’ demesini bilmek, istemediğin şeylerin ne olduğunu çevrendeki insanların bilmesi demek, ‘kim seni zorluyor, kim sana saygı duyuyor’un ayrımını yapabilmek demek, kendini korumak demek, kendine sahip çıkmak demek, sağlıklı ilişkiler kurmak demek, sadece kendi haklarına değil başkalarının haklarına da sahip çıkmak demek; demek de demek.
Çocuk tacizi konusunda çocuklara öğretilmesi gereken temel tepkilerden biri çocuğun ‘hayır’ diyerek uzaklaşmasıyken, yalnızca ‘hayır’ diyemediği için evde, sokakta, iş yerinde duygusal, fiziksel tacize uğrayanlar (cinsel tacizi de duygusal ve fiziksel tacizin içinde düşünüyorum), emirlere körü körüne uyanlarla dolu ortalık. Bu insanları suçlamak en kolayı. Ancak ailede ve okulda, çocuk yaşlardaki deneyimlerle yerleşen, içselleşen öğretilerin silinmesi, geri döndürülmesi ve yenilenmesi o kadar da kolay değil. Önlemi en baştan almak ve çocuklarımıza ‘hayır’ deme hakları olduğunu öğretmek bireysel ve toplumsal ruh sağlığını korumak açısından çok büyük önem taşıyor.
Stanley Milgram’ın 60lı yıllarda Yale Üniversitesi’nde yaptığı ve artık sosyolojide klasik bir deney olarak anılan ‘itaat’ deneyinden söz etmek istiyorum. Görünürde iki denek deneyin yapılacağı laboratuvara davet edilir. Aslında gerçek denek sayısı iki değil birdir. İşbirlikçi denek araştırmacı için çalışmaktadır. Deney sonladığında öğretmen rolünü üstlenen gerçek denek etik amaçlar gereği bu konuda bilgilendirilir.
Her iki denekle selamlaştıktan sonra onları elektrik şoku cihazının önüne alan araştırmacı, kura çekeceklerini ve böylece bir kişinin öğretmen, diğer kişinin ise öğrenci olacağını, ve deneyin amacının öğrenme ve ceza arasındaki ilişkiyi ölçmek olduğunu söyler. Ceza amaçlı elektrik şokları vermeyi sağlayan düğmeler 275 volta kadardır. ‘İtaat’ deneyi olarak bilinen bu deneyin asıl amacı, insanların bir otorite figüründen aldıkları emirler karşısında, devam etmeleri için hiç bir açık baskı olmayan bir ortamda, nereye kadar, hangi sınıra kadar, yani kaç voltluk bir şok verinceye kadar emirlere uymaya devam edeceklerini ölçmektir.
Kura kağıtlarının her ikisinin de üzerinde aslında ‘öğretmen’ yazmaktadır. Kurayı çeken iş birlikçi kendisinin öğrenci olduğunu açıklar, diğer kişinin kağıdında da zaten ‘öğretmen’ yazmaktadır. Herkes kendisine düşen rolü alır ve böylece deney başlar.
Öğretmen rolündeki denek belli kelimelerin tekrarını gerektiren soruları soracak ve her yanlış cevapta şok gücünü bir kademe arttırarak öğrenci rolündeki kişiye elektrik şoku verecektir. Kendisine şokların rahatsız edici olduğu ancak tehlikeli olmadığı söylenir. Denemesi için en düşük dozdaki şok kendisi üzerinde de uygulanır ve denek can acısıyla bağırır. Aslında öğrenci rolündeki işbirlikçiye elektrik şoku verilmemektedir. Öğrenci şok almış gibi acı, isyan, korku vb., önceden belirlenmiş tepkiler vermektedir.
Deney sonuçlandığında toplam deneklerin ortalama yüzde 60ının en yüksek voltaja kadar çıktığı hatta bazı deneklerin araştırmacı “artık dur” deyinceye kadar en yüksek voltajda şok vermeyi sürdürdüğü gözlemlenir. Bu sonuç bilimsel açıdan ve insanı anlamamız açısından çarpıcı bir önem taşımaktadır. Yapay bir laboratuvar ortamında bile bireyin emirler karşısındaki zayıflığı, gerçek dünyada emirler karşısında bireyin hiçliğini ve tehlikenin boyutlarını vurgulamaktadır. Deney farklı ortamlarda farklı deneklerle tekrarlanır, yıllar boyunca araştırmacılar deneyi tartışır, eleştirir ve tekrarlar ancak sonuç üç aşağı beş yukarı hep aynıdır. Oysa Milgram, deneyi gerçekleştirmeden önce çeşitli üniversitelerdeki psikolog ve sosyolog meslektaşlarından bu deneyin sonuçları hakkında tahmin yürütmelerini istemiştir. Gelen cevaplara göre öğretmen rolündeki deneklerin yalnızca yüzde birinin, öğrenci rolündeki katılımcıya en yüksek voltaj olan 275 voltluk şoku verinceye kadar itaat etmeyi sürdüreceği tahmin edilmiştir.
Deney sonrası araştırmacının deneklerle yaptığı görüşmelerde insanların otorite karşısındaki bu zayıflığının, temelde ‘hayır’ diyememekten kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. ‘Hayır’ demeyi öğrenmeyen birey bir deney ortamında bile otorite karşısında iyice kilitlenmektedir.
Milgram’ın İtaat deneyinin bizi ilgilendiren bir boyutu daha var: Deney sonrasında deneklere sorumluluğun kimde olduğu sorulduğunda anlamlı bir çoğunluk sorumluluğu ’emirleri veren oydu’ diyerek araştırmacıya yüklemiştir. Oysa emirler ve otorite figürü dışında onları bağlayan ve elektrik şoklarını vermeye zorlayan başka hiç bir etken yoktur. Yani denekler davranışlarının sorumluluğunu üstlenmemişlerdir.
Çocuklarımdan bir tanesi beş yaşındayken, büyükler arasında geçen bir ‘bombalamışlar’ sözünü duyduğunda inanmaz bakışlarla gözlerini kocaman açıp “nasıl yani, insan mı var o bomba atan uçakların içinde, insanları öldüreceğini bilerek mi atıyor?” dediğinde yaşadığım duyguları anlatmam pek zor. “O insanlar aldıkları emirlere ‘hayır’ diyemiyorlar”, demiştim. Nedenini sorduğunda da “hayır demeyi öğrenmedikleri için, ya da korktukları için olabilir” diye cevaplamıştım.
Bu deneyi derste öğrencilere anlatırken, kişinin ‘hayır’ deme seçeneğinin olduğunun farkında olmamasının ve davranışlarının sorumluluğunu taşımamasının bireysel ve toplumsal düzeyde yaratabileceği dramları hep vurgulamışımdır. Buna çok sayıda örnek vardır, özellikle hemen hemen tüm toplumların tarihinde ve bugününde yaşanan üniformalı şiddet, eğitimde ve ailedeki şiddet bunun çok önemli bir parçasıdır.
Şiddet, önyargı, zorbalık, taciz, ayrımcılık, ve adaletsizlik gibi toplumsal ve bireysel yaşamı alt üst eden gerçeklerin egemen olduğu bir dünyada umut ışığı olmak adına anne-babaların ve öğretmenlerin bu konuyu bilinçli bir şekilde ele alması gerekmektedir.
Kendi davranışlarının sorumluluğunu üstlenmek ne yazık ki kültürümüzün pek desteklediği bir şey değildir. Çocukları yanlış bir şey yaptığında ‘arkadaşlarına uydu, o öyle şey yapmaz’ diyen, ‘kötü çocuklara uyma’ diyerek çocuklarını uyaran sayısız anne ve baba tanıdım.
Çocuk bu, elbette gördüğünü yapabilir, özenebilir ya da etkilenebilir. Böyle bir durumda ‘sen onlara uyma’ uyarısının dibindeki gibi bir edilgenlik aşılamanın tek sonucu davranışlarının sorumluluğunu taşımayı öğrenmeyen çocuklar yetiştirmektir. Yeri geldikçe, yaşına göre, ‘sen aklını kullan’, ‘kendi kendine sor bakalım bu sence doğru bir şey mi?’, ‘hep kim olduğunu hatırla’ gibi yönlendirmeler yaptığımızda ise çocuğun kendi gücü, kimliği ve doğruları güçlenir ve sorumluluk duygusu da artar; bu yapılabilir.
1974’ten beri farklı yaş gruplarından öğrencilerim oldu. “Çocukken ‘hayır’ dedikleri için aferin alanlar parmak kaldırsın” diye sorduğumda aşağı yukarı elli kişilik sınıflarda daima yalnızca bir-iki parmak kalktı, diğerleri biraz şaşkın izlediler. Oysa yaşamda uyum sağlamayı öğrenmek ne kadar önemliyse, ‘hayır’ demeyi öğrenmek de bir o kadar değerlidir. Tarihe, sanat tarihine, bilim tarihine baktığımızda en büyük yeniliklerin, kurtuluşların, özgürlüklerin, bağımsızlıkların, eserlerin ve buluşların altında ‘hayır’ demişlerin imzası vardır.
‘Hayır’ demesini bilmeyen çocuklar ve yetişkinler her türlü duygusal, psikolojik ve fiziksel taciz karşısında risk altındadırlar.
Sonuç olarak çocuklar bir şeylere karşı çıktıklarında da onay alabilmeliler ki, her koşulda ‘cici çocuk’ olmak zorunda olmadıklarının farkında olsunlar, yeri geldiğinde bizi de zenginleştirsinler ve gerektiğinde ‘sen dur orada’ demesini ya da kaçıp gitmesini bilsinler. Süheyla Pınar Alper
www.suheylapinar.com
Görsel: Enrique Ramos
- Bu Sıkıntının Adı Yas – Scott Berinato’dan Çeviren: Süheyla Pınar Alper - 03/26/2020
- Meditasyon Yapın – Süheyla Pınar Alper - 11/30/2019
- Kandırıkçılık İnancı – Süheyla Pınar Alper - 10/15/2019