Anasayfa / Yazarlar / Aysuda Kölemen / Mis Gibi Hindistan

Mis Gibi Hindistan

2011 yılında bir yıl yaşamak üzere Hindistan’a yerleştik. Ancak birkaç ay sonra Türkiye’den gelen iş teklifi üzerine, ayrılmak zorunda kaldım. Bu sırada tuttuğum Hindistan günlüklerimden bir yazı. Hindistan’ı gezmek değil de, onu yaşamak hakkında:

Temsili Varanasi esnafı

Babaannemin çok sevdiği bir hikaye vardı. Yeni gelin, kocasının ailesiyle yaşamaya başlamış, fakat evin kötü kokusu gelini çok rahatsız ediyormuş. Aradan 40 gün geçmiş (evet 40 gün, hikaye geleneğine saygı duyalım), gelin kaynanasıyla konuşurken öğünmüş. ‘Bak anne’ demiş, ‘ben geldim geleli evin kokusu geçti.’ Yeni bir yere alışmak, bir nevi yeni gelin olmak demek. 40 gün sonra bir bakıyorsunuz ki, kötü kokular geçmiş. Hikayede kötü koku mecazi elbette; ama ben gerçekten kokulardan bahsedeceğim. İnsan çok çabuk alışıyor bazı şeylere. Varanasi artık bana kokmuyor. İlk geldiğimde kokudan uyuyamıyordum, evet gürültüden çok, koku beni uyutmuyordu, şimdi o koku geçti. Böyle bir mucize kaynağıyım anlayacağınız, ben geldim geleli Hindistan mis gibi kokmaya başladı.

Peki ama, mis nasıl kokuyor? Bütün çocukluğum bunu merak ederek geçmiştir. Mamutlar, gezegenler, mis kokusu, Kızılmaske’nin karısının kocasını hiç maskesiz görmemiş olmasının mantıksızlığı, Hz. Ebu Bekir ve Atatürk’ün ruh dünyaları (Cumhuriyetçi, laik ve fakat Müslüman aile çocuğunun şizofren psikolojisine dikkatinizi çekiyor burada yazar), ekonominin nasıl kalkınacağı, orada burada adını duyduğum Er‘bakan’ın neden diğer ‘bakan’lar gibi televizyona çıkmadığı ve Barbie’nin daima yere kırkbeş derece açıyla duran Banu Alkanvari ayaklarına uyacak ayakkabıları evdeki malzemelerden yapıp yapamayacağım beni yıllarca meşgul eden mevzulardı. Oturup saatlerce düşündüğümden değil de, ne zaman birisi, ‘oh, mis gibi’ dese, ‘Yarabbim, şu mis nasıl bir kokudur’diye meraklanırdım. Sonra büyüdük, kadın olduk, ya da lise edebiyat hocamın deyimiyle, sıpaydık, eşek olduk. Fakat mis mevzusu aydınlanmadı. Yıllarca parfümlerde ‘musk’ kokusundan bahsedildi de, ben iki ile ikiyi biraraya koyup dört diyemedim, misin, musk olduğunu idrak edemedim. E ama Amerika’da kimse birbirine ‘oh, yemek de musk gibi kokuyor’ demiyordu.

Bu aydınlanma da dün bana bir Hint parfüm dükkanında nasip oldu. Gül yağı da, gül yağı diye tutturmuş halde şaşkın eczanecilere, ‘Pardon amca, gül yağı satıyor musunuz?’ diye sorup dururken, Till beni bir köşeye çekip, ‘Eczanede gül yağı ne arasın?’ dedi. Halbuki Almanya’da satıyorlar böyle şeyleri eczanede. Çiçek zımbırtısı, bitki çayı ve meyan kökü şekeri. Amerika’da eczanede sigara, patates cipsi, her türlü kozmetik ürünü ve plastik tabak satıyorlar. Türkiye’de terlik ve deniz topu satıyorlar. Yani eczane dediğin şey, o kadar da net tanımlanış bir ilaç yuvası değil sadece. Neye izin veriliyorsa, onu satarız felsefesini benimsemiş bir ticarethane. Nihayetinde insan kanı aramıyorum. Çiçek özü sorduğum şey. Ama yokmuş. Burada çiçek yağları, sadece esans dükkanlarında bulunurmuş. Ben bunu nasıl düşünemedim, bilmiyorum. Hindistan’da bütün dükkanlar minicik ve aralarında çok sıkı bir işbölümü var. Süpermarketten, AVM’den vazgeçtim, orta ölçekli işletmeleri dahi olmayan bir ülke izlenimi veriyor Hindistan. Her yer küçük esnaf. Bakkal, manav, kumaşçı, esansçı normal de, bakın daha neler var. Sütçü, yoğurtçu, peynirci ve lorcu ayrı. Mandıra kavramı yok. Bir adam süt satıyor. İki dükkan yanındaki adam yoğurt satıyor, onun yanındaki dükkan lor satıyor. Peynir zaten yok burada. Panir var, süt kesiğinden yapılma, yani mayasız (hem de tuzsuz) gündelik bir peynir. Onu da doğrayıp yemeklerin içine koyuyorlar. Güzel oluyor.

Her neyse, biz eski şehrin kapılarının içinde, turist kazıklayarak geçimini sağlayan ipek ve takı mağazalarının arasında esansçımızı bulduk. Şunu da belirteyim, bence turist kazıklamanın bir sakıncası yok. Turistik ülkelerin hepsi bundan ekmek yiyor. Yani sana 10 lira, buna 5 lira yapan satıcılardan hazzetmiyorum; ama fiyatı kazık tutup, herkese o fiyattan tutan satıcıya hiç itirazım olmaz. Kazıklanmak istemeyen turist kazıklanmaz. Turistik bölgelerden alışveriş etmez, olur biter. Sultanahmet’e gidip de fiyatlardan şikayet eden turistlere uyuz olurum. Ucuz halı istiyorsan, git Güngören’den alışveris yap. Hatta Beşiktaş’tan. 500 metre ileri git, sağa dön, yan mahalleye geç. Ama ben otelimden iki adım ileriye yürümek istemiyorum, hem de İngilizce konuşan, turistlerin ne aradığını bilen ve bulunduran esnaf istiyorum, amma bana yerel fiyatlardan oniki taksit yapmasını talep ediyorum diyorsanız, ben de ‘kusura bakmayın’ derim. Biz de mahalle mahalle esansçı aramak niyetimiz olmadığı için, yolunmayı kabullenmiş turist teslimiyetiyle esansçının önünde durduk. Önünde durduk, çünkü dükkandan çok büfe. Girecek yeri yok. Bir tezgah, tezgahın arkasında dükkan sahibi.

Gül esansınız var mı diye soruyoruz. Esansçı, bilmiş bilmiş gülümsüyor. ‘Haa, gül yağı. Tabii, olmaz mı? Bizde her şey var.’ Fakat dükkan iki metrekare. Nasıl her şey var? Bütün mal toplamı tezgahın üstündeki 20-30 yağ dolu cam şişe. Onların da her biri taş çatlasa 200 mililitre. Arkasındaki raflarda boy boy boş şişeler duruyor. Ben sakin sakin adamın bana gül yağı uzatmasını beklerken, Till sol koldan atağa kalkıveriyor. Bir bakıyorum, elinde bir şişe. Zavallı esansçı, kalp krizi geçirmenin eşiğinde Till’in elinden dikkalice kapıyor şişeyi. Adamın tüm sermayesi tehlikeye girmiş. Bir de Till’in hafif sakar olduğunu bilse. Sonra başlıyoruz muhabbete. Till Hintçe konuştukça, adam mutlu oluyor. Gözleri parlıyor. Boş durur muyum? Hemen ben de Hintçe konuşmaya başlıyorum. Ama nasıl bir Hintçe dostlar!

Hintçem tamamen yardımcımız Nirmala’dan duyduklarımdan ibaret. Bir kelime okumuş, yazmış, çalışmış değilim. Nirmala da yaklaşık 200 kelimelik bir dağarcıkla konuşuyor benimle. Geldim, gidiyorum, yemek yaptım, çamaşırı yıkadım, hava çok soğuk, soğan bitmiş, vs. O benimle araya İngilizce kelime serpiştirilmiş Hintçe konuşuyor, ben ona İngilizce, Türkçe, Hintçe – artık o an rüzgar hangi dilden eserse, oradan – cevap veriyorum. Öylece muhabbet ediyoruz ve her nasılsa anlaşıyoruz. Bana neler neler anlatıyor. Ben ona bir şey söylediğimde kıkır kıkır gülüyor bazen. Neden güldüğünü genellikle anlamıyorum, ama kötü niyetli değil, o yüzden bozulmuyorum.

Bu esnada bölük pörçük Hintçe öğreniyorum. ‘Ben pazar, patlıcan gitmek’, ‘Ben pazara patlıcan almaya gidiyorum’ demek mesela. ‘Benim anne yemek yaparım bu’ diyerek, yemeği işaret ediyorum. O da ‘Annem de bu yemeğin benzerini yapar’ demek oluyor. ‘Hadi baybay, ben geliyoruz,’ diyorum. Düzeltiyor beni, ‘gidiyorum, gidiyorum, geliyoruz değil.’ Neyse ki Nirmala cin gibi kadın, şıp diye anlıyor. O anlıyor ya, ben halk arasında kendini bilmezlik olarak da tabir edilen bir medeni cesaret patlaması yaşıyorum. Esansçıyla da bu seviyede bir Hintçe ile konuşuyorum. Herkesin Till’in Hintçesine iltifat etmesi beni kıskandırmış. Fakat benim Hintçem Hintçe değil ki. 3 haftada oradan buradan kulak dolgunluğuyla oluşmuş bir Tarzanca. Ama esnaf adamın hali başka. Müşteri memnuyeti her şeyin önünde. Hemen benim Hintçeme de iltifat ediyor. Çok zekisiniz, diyor, sanki bana zeka testi vermiş gibi de emin bir tavırla. Hayır, belki de 10 senedir Hintçe çalışıyorum, bu kadar öğrenebildim, süzme salağım yani, nereden zeki oluyorum ki? ‘Siz de mi araştırma yapıyorsunuz?’ diye soruyor. Ne dediğini anlıyorum, çünkü Hintçe’de araştırma, okul ve doktora kelimelerini hep İngilizce söylüyorlar. Ben de, ‘aman da aman, kızımız ne güzel şarkı söylermiş’ diye yıkanmış, yağlanmış 4 yaşındaki bir çocuk gururuyla evet derken, o coşkuyla gül esansına yöneliyorum. Esansçı, ‘durun diyor, bu damla damla kullanılmaz, damlası bile fazla. Şişenin tıpasının ucunu değdiriyor kolumun üstüne ve miniminnacık zerreyi bütün koluma yayıyor. Bir anda her yer gül bahçesi gibi kokmaya başlıyor. Gül suyu gibi değil, gül özlü parfüm gibi değil, gül esansı gibi değil, bildiğiniz gül. İnsan bu koku içinde ölse gam yemez. Sonra kıyafetime sürüyor, şalıma sürüyor. Güllerin içinden canım, gülerek gülerek bir yere gidiyorum, çocukluk hayallerimin başrol oyuncusu Çiçek Kız oluyorum.

Sonra, ‘bir de şuna bakın’ diyor. Erkekler için bambu esansı. Till’i bambu moleküllerine buluyor. Parfüm ve deodorant reklamlarındaki gibi bir kendinden geçme halindeyiz ikimiz de. Adam çoştukça coşuyor. Bu da ‘musk’ diyor. Till’in öbür koluna sürüyor. Ben o anda, musk’ın mis olduğunu farkediyorum. Mis dediğimiz şey, hakikaten mis gibi kokuyormuş. Birisi bana, mis aslında güzel kokmaz, başka kokularla karıştırılınca onları güçlendirir sadece demişti de inanmıştım. Yıllarım bu yalanla geçti. Yazıklar olsun bu şahsa ki, ben de bu inanmışlıka kimbilir kaç kişiye bunu tekrar etmişimdir. Hatırlamıyorum ama, kesin etmişimdir, hem de bilmiş bilmiş. Sonra esansçı yasemin şişesine yönleniyor. Aman, durun, diyorum. Burun dediğinin üç kokuluk kapasitesi var. Sokaktaki tezek kokusunu içime çekiyorum, burnumu fabrika ayarlarına döndürüyorum. Yıllarca yasemin kokulu parfümler kullanmış birisi olarak, hazırım. Yasemin yağı çok güzel kokuyor, parfümlerimin kokusuna çok benziyor gerçekten de. Ama biraz daha doğal, daha taze sanki. Benim yağlarım katkısız diyor adam. İçlerinde alkol yok. Sonra afyon şisesini çıkarıyor, Opium (Afyon) adlı baygın kokulu parfümle alakası olmayan, toprağımsı, kekrek, çok hoş bir koku. Burdurlu anneannemin bayılarak yediğim haşhaşlı böreklerini andırıyor. Şurada da çiçek yağı var diyor. Yüzlerce çiçeğin karışımıymış. Büyük bir hevesle kokluyorum. Bildiğiniz ucuz parfüm kokusu. Pişman oluyorum, o uhrevi kokuların üstüne bu reva mı? Adam bana başka kokular koklatmak istiyor, ama ben durduruyorum. Başka bir güne kalsın. Biraz daha fazla koku denersem, burnum günlerce kendine gelemeyecek gibi geliyor bana.

Gül, yasemin ve bambudan beşer mililitre alıyoruz. Aslında misten de alırdık, ama Till’e hiç güvenim yok. Traş olması için her güne motive edici konuşmalar yaparak ve traştan sonra da, ‘vay vay vay, ne de yakışıklı olmuş benim kocam’ diye yağlar çekerek başlıyorum sonuçta. O beş ml, yıllarca bitmeyebilir. Satıcı çok memnun. Fiyatta pazarlık da yapmıyoruz. Zaten bütün esnaf bize indirimli fiyat verdiğini iddia ediyor, Till Hintçe konuştuğu için. Vermeseler ne olur, TL’ye çevirseniz, gül şişesi 4 lira, yasemin ve bambu şişeleri ise 2.5’ar lira. Toplasanız 9 lira harcamışız ve 60 dolara satılan parfümümlerin içinde bu 3-4 liralık şişelerdeki kadar ‘öz’ yoktur. Ancak sanırsınız ki adamdan yüzlerce liralık alışveriş yaptık. Öyle bir hürmet. Türkiye’deki parfümeride beni adam yerine koymuyorlar oysa. Fakat 9 lira beni Hindistan’da kralice yapıyor. Yağlı müşteriyiz. Halbuki bu şişeleri Paris’te 90 Euro’ya alamam, biliyorum. Adaletin bu mu dünya diyeceğim, ama dükkan sahibi o kadar memnun ki hayatından, öyle keyifli ki, tahminimce kazıklandık. Helal olsun. E bir nevi, biz de onu kazıkladık. Her iki taraf da, karlı bir alışveriş yapmış olmanın keyfiyle yayvan yayvan gülümsüyor. ‘Tekrar buyurun’, diyor. ‘Tabii ki geleceğiz’ diyoruz. Tezgahın ardından yerlere kadar eğilerek bizi uğurluyor. Gül kokuları içerisinde yolumuza devam ediyoruz.

Aysuda Kölemen

Diğer Paylaşım

Kayıtsızlık

“Sevginin tersi nefret değil, kayıtsızlıktır. Sanatın tersi çirkinlik değil, kayıtsızlıktır. İnancın tersi sapkınlık değil kayıtsızlıktır. …

Leave a Reply